Ramazanın ilk günü, sağlık ocağına gitmek için evden çıktım.

Bahar, her güzelliğiyle kapının ağzında karşıladı beni. Sitenin bahçesinde çimenler… Otların çimenlerin üstünde henüz kurumamış çiy ya da hafif çiseleyen yağmurun damlaları. Sonra toprağın her karışından fışkıran otlar. Her yerde sarı karahindiba çiçekleri, arada tek tük tohuma durmuş olanları da var. Merdiven başından beni uğurlayan iki sümbül. Biri eskilerden kalma, yerli, mor; diğeri pembe bir salkım ama kokusu yerinde. Dış kapının iki yanını tutan iki limoni servinin arasından sokağa iniyorum, anayolla aramızda boş bir toprak parçası, birkaç küçük ahlat, henüz çiçeğe durmamış, ilerde pıynarlar. Bazıları yenilebilir türden yine envai çeşit ot orada da, mesela ebegümeci kümeleri ilişiyor gözüme, ballıbabalar vs… Ekilmiş gibi sütleğen tutmuş arayı.

Yol boyu, duvar diplerinde, refüjlerde çiçekler, bahar dalları, hatta şebboy, nergis, süsen… Caminin önünde biberiye duvarı, mor çiçekler açmış o da… Kumru sesi, kumru kanatlarının sesi… Kısa bir yolculuk, göz dinlendiren, nefes açan, ısıtan…

İşim var, gücüm yok…

Oysa pek iyi hissetmiyordum kendimi. Yapmam gereken işler vardı; birikmiş, birikmiş… Ama bungun bir havva kızının “işim var gücüm yok” dediği gibi bir zamanlar, çok az çalışıyorum, daha çok oyalanıyorum; yanında yöresinde dönenip duruyorum yapılacak işlerin; bırak dördü şöyle iki elle yapışamıyorum nedense. Bir soğukluk…

 Sarı çiçeğin dersi

Dört yıl önce yine kuyu diplerinde hissederken kendimi, asfaltı delip çıkan bir karahindiba görmüştüm, sonra bir tane daha, bir bahçe duvarında briketler arasında... Daha bir süre önce o yolda duman çiçek büyükçe bir alıç ağacını, karamuk çalılarını bir gecede yok etmişlerdi oysa. Yol kenarındaki boş toprak parçasını ıslah edip park yapacaklardı güya. Her şeyi böyle tektipleştiriyorlar, ıslah diyerek ifsat ediyorlar diye düşünüyordum. Anlayamıyordum. Bir park yapacaksanız, o alıç parkta bırakılamaz mı, karamuklar, diğer köşedeki badem ağacı kalsa, park daha güzel olmaz mı? O gün saygım arttı karahindibaya. “Diren karahindiba!” dedim.

Bırak bazı şeyler kalsın öyle.

Birgün bizim sitenin önünü de ıslah etmeye kalksalar ahlatları, pıynarları keserler sanırım. Yerine parklarda görmeye alıştığımız o küçümen elmaları olan ağaçlardan dikerler, belki şimşirden duvarlar yaparlar, birkaç servi, akasya dikip, bir güzel de tıraş ederler. Yok, onlara da karşı değilim. Hatta son yıllarda epey yaygınlaşan Amerikan asıllı Gaura çalısını da güzel buluyorum. Evet, yabancı, biraz tuhaf ama Avustralyalı akasyalara alışan toprak o çalıyı da benimser elbet. Yine de eskiden kalan her şeyi süpürüp sonra yenileri dikmek mantıklı gelmiyor bana. Hatta bazı küçük alanları da ıslah etmeyiverin canım demek istiyorum.

Güneyik Güncesi

O gün, o dört yıl önceki gün yeni bir günlüğe başlamıştım. O karahindibalar beni yalnızlığın susuz kuyusundan çıkarmıştı bir süreliğine. Epey bakındım sağa sola karahindibanın birçok adı olduğunu öğrendim. Güneyik, aslan dişi, karakavuk… “Güneyik Güncesi” koydum o gün başladığım günlüğün adını. İki yıl devam etti. Sonra nedense aklıma esti bastırdım. Geçen hafta iki farklı şehirden, birbirinden çok farklı iki okurdan olumlu dönütler aldım “Güneyik Güncesi” ile ilgili. Ne zamandır günlüğüme bir şey yazmadığımı, Haber Denizli sitesine yazı göndermediğimi hatırladım.

Besmele yenileyip başlamak lazım.

Evet, gündem ağır, acılar insanı lal ediyor bazen ama… Toprak bir zamanlar bağrına düşen tohumlara saksılık etmeye devam ediyor işte. Tecdid-i besmele ile başlamak lazım bir yerden. Belki günlüğe yazılan birkaç not, siteye göndereceğim bir yazı üzerime serpilen ölü toprağını silkelememi sağlar. Neden olmasın, hem bak ramazan da geldi. Nevruzdan hemen sonra geldi hem. Hem nevruz bir de dünya şiir günüymüş.

Hadi öyleyse, kalk, silkelen. Güneyik tohumu gibi tutunacak bir küçük toprak parçası ara, arslan dişini geçirsin kalemin asfalta, briket duvara da olsa. Belki tutunacak bir şey bulur. Hayatta kalmak kolay değil zaten. Madem kaldın şükrü de kendi cinsinden olmalı bu nimetin.

Sorumluluk Daireleri

Böyle kısır döngüye düştüğüm zamanlar Meyve’de okuduğum sorumluluk daireleri dersini telkin ederim kendime. Bazen bir süre idare eder. Etkisi geçince tekrar hatırlatmak lazım gelir.

İnsanın sorumluluk daireleri yakından uzağa doğru genişliyor. En yakında en büyük sorumluluk var. İlk daire kalp dairesi, önce kendi kalbine bakmalı insan pak mı değil mi? Kin kirletir mesela, şükran duygusu belki temizler. İçtenlik var mı edim-kılımlarda, niyet nasıl hep kontrol etmeli bunları. Sonra beden, ev, sokak, mahalle… Çok sonra ülke ve dünya. İnsanın eli çok uzun değildir aslında, yakınına ulaşabilir, geniş dairede yapabileceği şey azdır. Öyle de olsa çekici olduğu için geniş dairelerle daha çok ilgileniriz, dar dairedeki ödevlerimizi ihmal etmemize neden olur bu bazen. Denge önemlidir oysa. Ufka bakayım derken, yıldızları incelerken önündeki çukura düşebilir insan. Dikkat etmeli.

İşte o büyük resim filan dedikleri şeyler var ya, hep böyle dikkat dağıtıcı, el yetmez, dili kirleten şeyler oluyor çoğu zaman. O da lazım evet, itiraf ediyorum. İnsan içinde yaşadığı toplumdan kopmamalı. Ama kendini ve yakın çevresini ihmal etmemek kaydıyla.