Ablamla yengem köyden döndüler, Fatma yalnız kaldı. Bir süre tek başına kalacakmış, ne kadar olursa artık, bir hafta kadar deneyecek.

Sabah kısa bir video paylaşmış aile whatsapp grubunda. Kuş sesi, yaprak sesi, uzaktan köpek sesleri… Huzur sesi bir baksan, bir baksan hüzün. Köy çok sakin, tabiattan bir köşe, birbirine karışan birkaç tür kuş sesi, rüzgarda dökülen, rüzgarla birbirine çarpan, çın çın öten yapraklar… Fatma’nın kocaman, hayat dolu balkonu göç ve güz rengine bürünmüş. Sadece bir masa kalmış, iki sandalye. Yazın üç dört masa ve on on iki kadar sandalye olurdu orada. İki kilim bir köşede. Yağmur yağarsa hemen toplanacak şekilde iğreti serilmiş belli. Masada bir bardağa ıslanmış kadife çiçekleri, kasımpatılar. Tahta sedirin üstünde oturuyor olmalı Fatma, net değil, dizlerini kırmızı bir battaniyeyle örtmüş olmalı, o da net değil.

Arife uzunca mesaj yazmış. Kaybolmasın diye buraya kaydedeceğim. Arife’nin yazarlığı kısa mesajlarla sınırlı. Söz uçar, Arife’nin whatsapp mesajları da öyle. Bazen günlüğüme kaydederim uçup gitmesin, bir süre daha kalsın diye.

Söz uçar, yazı da, insan da, dünya ve içindekiler de...

Boşuna bir çaba bu aslında. Söz uçuyorsa yazı da uçar bir süre sonra. İnsan da hatta dünya da… Hep gelip geçici şeyler bunlar. Dünya zaten faniyken fani dünyada ilelebet payidar olacak bir şey yok.

Böyle diyorum bir yandan ama bir yandan da belki tam tersi. Nihayetsiz değişimlerin sahibi, mutlak Hakîm Rab her şeyi kaydediyor ebedi levhalara. Ne söz uçar ne yazı; ne süreli mesajlar, ne daha kalıcı diye defterlere kaydettiklerimiz, ne fanilikle ilgili bu çok da anlamlı olmayan kaygılarımız… Her yağmur damlası, daldan düşen her yaprak sonsuz levhalarda en azından anlam olarak, bilgi olarak resmediliyorsa…

Bu bir teselli olabilir mi bilmiyorum. Yine de hüzün veriyor güz yaprakları. Sararıp, kuruyup dökülüyorlar dallardan. Yapraklar gibi dökülen ömür günleri var bir de. En acısı, yüreklerde yangın çıkaranı yağmur gibi yağan bombalar, ateş sağanakları… Yapraklar gibi toprağa dökülen bebekler.

Geçen haftalarda Bağbaşı Parkı’nda “alçak sesle ve divanece” İbrahim Gökburun’un “Kesik Dil”ini okudum.

Öyle anlar oluyor ki dili kesiliyor insanın, doğru. Konuşacak kelime kalmıyor, dile gelmiyor acıların ifadesi.

İbrahim de öyle diyor “Kesik Dil”de:

“Sonra susuyorum suskunluğumda bütün kelimeler

Soyunuyor bütün kelimeler çırılçıplak”

Sonra devam ediyor:

“Durduk yere çoğalıyorum yokluk gibi…”

“Bütün sıfatlarımdan sıyrıldım.

Çırılçıplak çerçevesiz ve resimsiz...”

“Memleket mi yıldızlar mı, gençliğim mi daha uzak?”

“Kesik Dil”e belki tekrar dönerim, Arife’nin mesajını alıntılıyorum buraya:

“Defalarca oturduğumuz bu balkon köşesine niye doymadık acaba diye düşündüm. Galiba ruh aşina olduğunu arıyor. Umarım kısa zamanda tekrar o balkonda hep birlikte buluşup çayımıza şen kahkahalarımızı banarız.

Alanotu falan yoğurtlayıp üstüne kuru biber kavurur, kapış kapış yeriz.

Tek derdimiz ‘Koca tencere yaptık akşama yine bir şey kalmadı, ne yapsak?’ diye düşünmek olsa bir de keşke. Tamam tamam bu kadar gamsızlık artık imkansız. Hayal bile edemedim. O sadece çocuklukta, ilk gençlikte olabilirdi.

Dünyanın, içindekilerin ve göçüp gidenlerin acısını tattık bir kere. İçini bu denli acıdan arıtmak mümkün değil. Her ne olursa olsun bakışımızın bir yanında, yüreğimizin bir köşesinde, sesimizin tınısında hüzün olacak.

Ara ara düşünürdüm ‘Memleket mi, yıldızlar mı, gençliğim mi daha uzak?’ diye. Dün cevabı buldum en uzağı gençlik. Diğerlerine küçücük de olsa gitme ihtimali var.”

İlginç ama Nazım’ın o dizelerini ben de çevirip dururdum zihnimde ve sanırım on yıl kadar önce aynı sonuca varmıştım. Demek ki insan ömründe o dizeler üzerine düşünmek ve o sonuca ulaşmak gereken bir yaş var. Belki herkes kırklı yaşlarında bir kez bu tecrübeyi yaşıyordur. Belki daha önce veya sonra da olabilir.

Ama bazen insan daha sonra yoğun şekilde hissedeceği duyguları önceden ifade etmiş de olabiliyor sanırım. Yoksa daha otuz yaşına bile gelmeden neden “Ömrümden önüme düşer yapraklar, / Önümde ölüme düşer yapraklar.” desin ki adamın biri.

Tövbe çağrısı

Söz uzar gider, sonsuzluğa gidecek levhaları lafügüzaf doldurmamalı belki de. Boş sözle değil İbrahim Gökburun’un çağrısıyla bitireceğim bu yazıyı. Sanki bugün için yazılmış. Söylendiği gün de böyle bir günmüş demek:

“Sayın müdür, saygıdeğer misafirler, sevgili ülkem!

Konuşmak neyi değiştirir biraz tövbe etsek diyorum tövbe.”