Bu sefer alıntıyı baştan vereceğim. Yok, öyle özel bir anlamı olduğundan değil böyle yapmamın, iktibas edeceğim söz zaten aklımda da ondan.

Baştan söyleyeyim içimde kalmasın, bana ne zaman sıra gelecek diye sıkıştırmasın diye. Baştan vereceğim ama yine de epigraf ya da serlevha - hangisini tercih ediyorsanız artık - olmayacak.

Bu yazıyı yazmama bir alıntı sebep oldu. Geçen gün Hüseyin Abi (Say):

“Ben de halk kütüphanesine gittim, bir kitap aldım,” dedi.

“Biliyorum,” dedim ben de, “alıntı paylaşmıştın ya.”

“Evet, altını çizemeyince not almak zorunda kalıyorum. Emanet kitap sonuçta.”

“Ödünç kitap okumanın artıları.”

Peşin Alıntı

Bugün birkaç hafta önce kütüphaneden aldığım üç Borges kitabını iade ettim. İade etmeden önce bir cümleyi not ettim defterime. Alıntı dediğim o. Atlas’ı sunarken şöyle diyor Borges:

“Her insan bir kâşiftir. Her insan, acıyı, tuzluyu, eğikliği, düzlüğü, sertliği, gökkuşağının yedi rengini, alfabenin yirmiden fazla harfini keşfetmekle başlar işe; ardından yüzleri, haritaları, hayvanları, yıldızları, keşfeder. Sonunda, ya kuşkuya erişir ya inanca; ama her seferinde hemen hiç şaşmayan tek bir sonuca, gerçekte ne kadar cahil olduğu sonucuna varır.”

Kütüphaneye giderken, kitapları teslim edip dönerken ister istemez okuduğum kitaplar üzerine düşünmek zorunda kaldım biraz.

Bu kitapları almama İstanbul’dan sahile bir yere giderken “A, Hüdayi de Denizli’deymiş,” diye uğrayıp selam veren eski bir arkadaşım sebep oldu. Arkadaş Borges hayranı, hep ondan bahsediyordu. Ben pek bilmiyorum, aklımda bir kitabı var sadece (Alef), onu da okumuş geçmişim. Biraz cahilliğimden mi utandım ne, hadi okuyayım eksik kalmasın, dedim, sonra ayıp oluyor ele güne. Ama okudukça metinler, olaylar tanıdık geldi bana. Kum Kitabı’nı ve Alçaklığın Evrensel Tarihi’ni daha önce de okumuş olabilirim. Bir zamanlar okumuş sonra unutmuşum muhtemelen. Bu sık karşılaştığım bir durum.

Kum Kitabı ömür mü acaba?

“Kum Kitabı” öyküsü özellikle etkileyiciydi. Yolda onu düşündüm. Sonsuz bir kitap, başı ve sonu yok. Anlatıcı ilk sayfasını açmak istiyor, olmuyor. İlle ciltle birlikte üç beş sayfa da açılıyor, sonu da öyle. Sonra sayfalar birbirini takip etmiyor. Bir açılan sayfayı tekrar bulmak zor, belki de imkansız. Önce dikkatini bu kitaba verip bütün koleksiyonu ve hatta hayatı ihmal ediyor anlatıcı; sonra bakıyor olmayacak kurtulmaya çalışıyor bu büyülü kitaptan.

190’la gidip 120’yle (otobüs numarası, hız değil) dönerken bu kitabın ömür olabileceğini düşündüm. Ömür, daha doğrusu anılar. İnsan kendi ömrünün başını hatırlamaz, sonunu bilmez. Arada hatırladığı şeyler de düzensizdir, sıra takip etmez. İnsan zihni kendi halinde çalışırken, anılara dalarken akış Latin Amerika edebiyatı gibi işliyor sanırım. Bir çeşit büyülü gerçekçi olay örgüsüyle. Odaklanmış ve eğitilmiş zihinler -öyle bir şey mümkünse- bu kayda tabi değildir belki. Bir şey anlatırken seçip, tıraşlayıp kronolojik bir silsile izlemeye çalışsak da aslında bellek öyle çalışmıyor bence.

Gezgin Hikayeler

Kitapları okurken dikkatimi çeken bir husus da gezgin hikayeler oldu. Örneğin dün Borges’ten okuduğum bir bast-ı zaman (zaman genişlemesi) öyküsü var. Bizim coğrafyada daha çok Abdülkadir Geylani menkıbesi olarak biliniyor bu anlatı. Borges'in öyküsü bir büyücü ve başrahip arasında geçiyor. Ben aynı anlatıyı yıllar önce Herman Hesse’ten Boncuk Oyunu’nun eklerinden birinde okumuştum. Orada bir Hint anlatısı olarak geçiyordu yanlış hatırlamıyorsam. Olay hemen hemen aynı, kıssadan hisse de öyle. Zaman, mekan, kahramanlar değişiyor. İlginç.

Benzer şekilde Simyacı’nın özeti olan bir metin de vardı Borges’te. Türkiye’de daha çok Mesnevi’den alınmış olduğu söylendi o anlatının, bu konuda yazıldı çizildi. Borges Binbir Gece’ye işaret etmiş. Aslında çok da irdelememeli belki. Ne de olsa evrensel metinler bunlar. Adaların okyanus altında birleşen kökleri. Biz adalar diyoruz ya, onlar da aslında yarı beline kadar suya batmış sıradağlar.

Heykelli Park

Atlas’ı okurken yıllar önce kafamı epey meşgul eden bir proje aklıma geldi. Tamamen unutmuştum oysa. Aşkabat’ta bir parkta modern, çok ilginç, yoruma açık heykeller vardı. Acaba sanatçı bu eserle ne anlatmak istemiş diye oturup kafa yormayı hak eden heykeller. Bilenlere sordum nerden geldi bu taşlar, niye burada, diye; bir ara on beş Sovyet cumhuriyetinin her birinden, farklı şehirlerden, milletlerden heykeltraşlar gelmiş Aşkabat’a, bir çalışma yapmışlar. O programda ortaya çıkan eserlermiş bu heykeller. Aklıma bu heykellerle ilgili metinler yazmak geldi o zaman.

Anı gibi de görünen ama kurgu olan; düzyazı ama yer yer şiire benzeyen; öykü mü deneme mi efsane mi belli olmayan; bir baksan ayrıntılı analiz, bir baksan rüya anlatıyor gibi metinler. O aralar Bilge Karasu’nun Kısmet Büfesi’ni okumuş, epey etkilenmiştim. Bu yazı projemde onun da etkisi olmalı.

İyi kötü birkaç fotoğraf çektim. En kolaylarından iki ya da üç heykelle ilgili bir şeyler yazdım hatta. Ama uzun uzun parkta duramazdım, iyi fotoğraf lazım, diye düşündüm. O zaman herkes cebinde yüksek çözünürlüklü makinelerle dolaşmıyor tabii. Kime çektireyim, nasıl yapayım derken heykelleri o parktan kaldırmışlar. Türkmen büyüklerinin büstlerini koymuşlar. Tamamen yerli ve milli bir hıyabana döndü benim heykelli park. Bir ara fotoğraf makinesi olan bir öğrencim benim için bir yerde bulup o heykellerin resmini aldı ama ışıktan mı neden pek anlaşılmıyordu ayrıntılar.

O yazıların girişi ve ilk heykel hakkında olanı Temrin’in ilk sayılarından birinde basıldı. Derginin henüz kare olmadığı zamanlardı. Sonra ikinci yazı Aydın’da birkaç sayı çıkan İskele dergisinde yayımlandı. O kadar. Şimdi birden o proje aklıma takıldı. Atlas öyle bir şey. Bu kitabı daha önce okumadım, neredeyse eminim.

İşte iyi yazarlar okumanın da böyle bir tehlikesi var. Eski yaraları kanatır, eski dertleri depreştirir.

Sonuç?

Sonuç yok sanırım. Alıntıyı baştan verince toparlamak zor.

Bir alıntı değil de alıntı parodisiyle bitireceğim parodi bu sefer, onun için tırnak kullanmalı mı kullanmamalı mı bilemedim:

“Hangi anıma baksam ben değilim,

Gittikçe artıyor cahilliğimiz.”

Okumak bir şeyler biriktirmek mi yoksa bir şeyler kazmak mı?

Kazdıklarımız bir tepe mi oluşturacak bir kuyu mu?