Yeğenler, kardeşler kısa bir süre bir araya geldik köyde.

Bazıları kitabıyla gelmiş, bazıları halalarının kitaplığında ilginç kitaplar keşfetmeye çalışıyor. Rabiş elindeki felsefe tarihini gösterdi. “Seçimimi nasıl buldun dayı, teyzemden bir aferin aldım,” dedi. “Benden de aferin,” dedim tabii, o yaşlarda kurgu dışı bir şey okuyanlar her türlü aferini hak ediyor sonuna kadar. O kitap üzerine biraz konuştuk, felsefe teselli eder mi, nasıl eder filan… Sonra yeğenim aynı seriden benzer iki kitap daha aldığını söyledi kütüphaneden. Bu sefer “Kitaplar iyi ama kitap alma stratejini beğenmedim,” dedim. “Böyle dıkız olur, bir felsefe kitabının yanına bir kurgu, bir şiir filan alsaydın,” diye ekledim. Sonra çok konuştuğum için kendime kızdım sanki, lafı uzatmadım.

Aslında pek kitap ve okuma stratejisi tavsiye etmem, âdetim değildir. Herkesin el yordamıyla kendi yolunu bulacağını varsayarım. Elbette niyeti, hevesi varsa. Yoksa da öyle ille de herkes okuyacak diye bir şey yok. Belki okumazsa daha mutlu olur hem, durduk yere gençleri okumak gibi - iyi mi kötü mü olduğu tartışılabilir - bir alışkanlığı zorlamanın âlemi yok.

Neyse, o gün lafı uzatmadım, kendimi frenlemeyi başardım ama içimden konuştum durdum o “dıkız olur” cümlesiyle ilgili.
Bu “dıkızlık” meselesi yemek alışkanlığından ödünçleme. Yemekte de öyle değil midir? Pilavla makarna beraber olmaz yani. Bir sulu yemek, protein içerse iyi olur, belki yanına karbonhidrat. Belki bir salata veya cacık, sonra tatlı. Aynı şey bir başka beslenme olan okumada da geçerli işte. Evet, aynı anda üç dört kitap okumak iyidir ama ben bunları çeşitlendirmeyi severim. Birinden yorulunca ötekinde ferahlamak isterim.

Okumak bir koşturmaca mı?

Gençlikte – veya erken gençlik – bir kitabı iki kez okumanın abes olduğunu, böyle bir şey yapmayacağımı söylerdim. O kadar kitap var okunacak, kim bilir ne güzel, ne ilginç... Öyleyken neden geri döneyim ki? Yaş ilerledikçe böyle bir oburluğun anlamsız olduğunu kavradım. Bir insan ne kadar okuyabilir ki? Ömür kısa, okumaya layık kitaplar çok. Ben söyleyeyim, bir ömür düzenli okuyan biri Türkiye’de bir yıl içinde Türkçe olarak yazılan kitapları bile okuyamaz. 

Sosyal medyada bir gönderi gördüm yazın, on bin kitap okumayan birinin cahil olduğunu ima ediyordu. Biradere sordum: “Böyle bir şey mümkün mü sence? Bir insan ne kadar kitap okuyabilir?” Tahmin ettiğim gibi hiç böyle bir şeyi hesaplamak gelmemişti aklına. “Ben pek okumuyorum da sen okumuşsundur beş on bin,” dedi. Basit bir hesap yapmayı teklif ettim. On yaşından başlatsak kırk yıl okumuş olsam, yılda ortalama elli kitap desek, iki bin. Çıkan sayı pek tatmin edici değil, evet. Ama öyle. Haftada iki kitap olsa dört bini geçer, kırk yıl değil altmış yıl olsa yine on bin olmuyor. Neyse... Önemli değil bu hesap. Taş çatlasa iki bin kitap okumuşum işte.

Gerçi bu hesabı yaparken aklıma üniversitenin ilk yılından bir ders geldi. İnci Enginün Hocanın ilk derslerinden biriydi sanırım. Hoca bölüm ve derslerle ilgili bilgi veriyor, neler yapılabileceğinden bahsediyordu. Sohbetin bir yerinde kendinden de örnekler verdi ve şöyle bir cümle kurdu. “Sanırım bizim nesil sizden daha şanslıydı, ben liseyi bitirip edebiyat bölümüne geldiğimde bin kitap okumuştum.” Arkadaşların biraz şaşırdığını, kızlardan bazılarının iç geçirdiğini hatırlıyorum. Bense zihnimden küçük bir hesap yaptım. Artık nasıl hesapladıysam, kendi kendime “Eh, ben de okumuşumdur yaklaşık bin kitap,” dedim. Ortaokul lise yatılı okul, dört beş saat etüt, teneffüsler, öğle araları, yatakhane derken, obur bir okuyucuydum. Başka eğlence de yoktu zaten, ne yapalım. O hesaptan sonra iş güç derken ayda, iki ayda bir kitaba düştüğüm zamanlar da çok olmuştur.

Sorun okumak değil, seçerek okumak dedim ömrümün bir yerinde. Hayat kısa, seçmek lazım. Ama bunu hiç başaramadım. Eskiden olduğu gibi şimdi de seçtiğim kitapları değil bir şekilde önüme çıkanları okuyorum. En fazla önüme çıkanlar arasında bir seçim...

Az kitabı çok okumak, çok kitabı az okumak...

Aslında nereye varacaktım... Sanırım Dücane Cündioğlu’ydu. Medrese sistemi okumakla üniversite (özelde ilahiyat sanırım) sistemi okumayı karşılaştırıyordu. “Eskiden,” diyordu, “az sayıda kitabı tekrar tekrar okuyorlardı, bazı pasajlar ezberliyorlardı hatta, iyice özümsüyorlardı; şimdiyse çok fazla kitap okuyorlar ama üstünkörü, bazen sadece göz atarak, bazı bölümlerini tarayarak...” Teklifi şöyle bir şeydi. Belli temel eserleri tekrar tekrar okumak, bir yandan da birçok eseri haberdar olacak kadar hızlıca okumak. Bence iyi bir strateji olabilir bu. Özellikle bir şeyin uzmanı olanlar, akademisyenler, aydın olmaya çabalayanlar için. Bir de Tuğrul İnançer’in bir söyleşisinde şöyle dediğini hatırlıyorum. “Bir kitabı bir kere okudum tamamen anladım diyenlere inanmam. Hiçbir kitap bir okumakla anlanmaz. İki okuyuşta, hatta bir okuyuşta kitabı ezberleyen bile vardır ama tamamen anlayan yoktur.” Eh, her kitap için değil elbette ama bazı kitaplar için bu böyle olmalı. Özellikle yaş ilerleyince geri dönüşler yapmalı belki, belki tekrar okunacak bir iki raflık bir kitaplık oluşturmalı. 
Neyse, kitap isimlerinden yazarlardan oluşan bir liste vermesem de yaşlı bir dayıya yakışacak şekilde epey akıl sattım sanırım. Yeğenler okusun bu yazıyı, şimdiden önlerindeki kırk yılda nasıl bir okuma stratejisi izleyeceklerini düşünsünler. Ya da benim yaptığım gibi rastgele girsinler kütüphane ormanına. Gelişine göre... Bam, bam.

Denizli Kitap Fuarı

Kitap fuarlarını da severdim eskiden. Sultanahmet’teki fuarlar mesela... Cebimde ne varsa harcar, birkaç poşet kitapla Sirkeci’ye iner, vapurda poşetleri açar, kitapları karıştırırdım. Tüyap’a gittiğimi de hatırlıyorum birkaç defa. Sonraları ömrün kısalığı, kitabın çokluğu yüzünden büyük kütüphaneler gibi fuarlar da bana acı vermeye başladı. Bir de artık kitapları internetten seçmek, almak daha kolay geliyordu. Fuarlara gittiysem de ya öğrencilerime ya çocuklara rehberlik yapmak için gittim bir süre. Çünkü çocukları, gençleri o kitap çokluğuna maruz bırakmanın iyi bir şey olduğunu düşünüyorum hâlâ.
Geçen yıl da Denizli Kitap Fuarına gittim. Bu sefer yazar olarak. Büyükşehir Belediyesinin mahalli yazarlara tahsis ettiği “Denizlili Yazarlar” standında iki gün oturdum. Eş, dost, tanıdık geldi; sohbet ettik. Taşra edebiyatı ve mahalli yazarlar ne durumda onu gözlemledim. Yazarların, şairlerin coşkusunu, heyecanını görmek iyi geldi bana. Birkaç arkadaş edindim.
Benim için geçen yılki fuarın en önemli kazanımıysa bu “köşe yazılarına” başlamam oldu. “haberdenizli.com” editörü Mutlu Bey fuarda teklif etti yazmayı. Bana da bir bahane, bir mecra lazımdı zaten. Yazmaya başladım. Yılda elli yazı çıkaramasam da kırk olur, o da yeter diye düşünmüştüm başlarken. Yazık ki birçok planım gibi bu düşüncemi de gerçekleştiremedim. Yirmi küsur yazı yazmışım bir yılda. Ama böyle bir platform olmasaydı belki üç beş yazıda kalırdı. Yine iyi.
Bu yıl altıncısı gerçekleştiriliyor “Denizli Kitap Fuarı”nın. İlk iki gün 13-14 Ekim (Cuma-Cumartesi) tarihlerinde nasipse ben de orada olacağım. Yolu düşenleri beklerim, efendim.