Bugün 23 Şubat, doğum günüm olmalı. Ellinci yaş. Çok anlam yüklemeli mi bilmiyorum. Bir Türkmen atasözü hatırlıyorum. “Er ömrü elli yıl.” Kalanı neyse artık. En doğru şekli nasıl diye bakayım dedim Geldiyev Hoca’nın TDK’den çıkan “Türkmen Atasözleri Sözlüğü’nü açtım. Bu atasözünü bulamadım. Onun yerine “Er ömrü iki otuz…” diye başlayan bir başka atasözü  gördüm. Yine iyi. Artı on yıl.

Eskiden bazı mesai arkadaşlarımı hatırlıyorum. Ellinci yaşlarını büyük törenlerle kutlarlardı. Kalabalık davetler verirlerdi. Bir müdür yardımcısı vardı çalıştığım okulda, öyle bir kutlama yapmıştı. Ak saçlı, hoş sohbet bir adamdı. Epey yaşlı olduğunu düşünürdüm onun. Benim iki katım kadar yaşı vardı sonuçta.

Elli düz bir sayı, onun için yıl dönümü olarak değer atfediliyor olmalı. Ellinci yıl okulları var bir çok yerde, ellinci yıl marşı var. Benim ellinci yaşım cumhuriyetin yüzüncü yılı. O ellinci yıl okulları ben doğduğum yıl inşa edilmiş demek ki. Öyle bir okulda bir sınava girdiğimi hatırlıyorum.

“Bugün benim doğum günüm”

Bir şarkı sözü hatırlıyorum. “Bugün benim doğum günüm” diyordu, sonra bir yerde “Babamın öldüğü yaştayım” diye devam ediyordu. Teoman’ınmış. Öyle değil de, abimin öldüğü yaştayım ben. Bu duyguyu üçüncü kez yaşıyorum üstelik. Yaşını hüzünle geride bıraktığım üçüncü abim bu bahsettiğim.

Vefatından sonra şiirlerini, öykülerini derlemiştik Serhat Abimin, serlevha olarak yukardaki atasözünü koymuştum kitaba. “Er ömrü elli yıl.”

Yarım Kalan Yazılar

Bugün 28 Şubat. Yazıyı burada bırakmışım. Büyük acılar, ekranlardan taşıp içimize dolan acılar, anlamsız tartışmalar elimi kolumu bağlamış. O atasözleri sözlüğüne tekrar bakmıştım yukarıdaki paragrafı yazdıktan sonra, başka ilginç sözlerle karşılaşmıştım. Mesela biri şöyleydi. “Ellide il tazelenir, kırkta kazan.” İl halk demek burada. Yani elli yıl geçince yeni bir toplum gelir diyor atasözünde. Üstünde durmak lazım. Elli yıl önce yani ben doğduğumda elli yaşında olanlar bugün yok. Bugün doğanların elli yaşını görme ihtimalim de... Toplumun yenilendiğinin bir başka kanıtını köye gidince görüyorum. Birçok tanıdığı, nüktelerine güldüğüm, sohbetini dinlemeyi sevdiğim insanı mezarlıkta ziyaret edebiliyorum ancak, kahveye gittiğimde ise bazen simalarından kimlerden olduğunu tahmin ettiğim ama tanımadığım insanlar görüyorum.

Atasözünün ikinci bölümünü de tecrübe ettim. Kırkta kazan değişir. Belli yaştan sonra yeme alışkanlığı, beslenmesi değişiyor insanın. Serhat Abim, “Biz kırk yaşından sonra ot yemeyi sevmeye başlarız,” derdi. Doğru olanı da bu sanırım.

Beklenen ama gelmeyen o olgunluk…

Arada doğum günümü kutlayanlar oldu. Hudayberdi Hallı Ağabey de mektup yazmış, kutluyordu. “Hüzünlüyüm,” dedim, “önce kırk, sonra elli, bir anlayış, akıl gelecek diye bekliyordum, hiçbir şey değişmedi, dünyadan habersiz, cahil bir çocuk gibiyim hâlâ.” “Beni güldürdün,” dedi, “ben de bekledim, ellide, altmışta, yetmişte gelmedi. Belki o anlayış seksende geliyordur.” Belki, nasip..

“Evler yapasım gelir”

Prof. Dr. Mustafa Sarı bir beyit paylaşmış geçenlerde. 15. yy şairi Necati’ye ait.

“Gide mi ey seng-dil zülfün hayali sîneden / Çün bilürsin muhkem olur kâfir itdügi binâ”

(Ey taş kalpli sevgili zülfünün hayali sineden nasıl gitsin? Bilirsin kafirin yaptığı bina sağlam olur.)

Elbette sevgilinin zülfü siyahtır, siyahlık küfrü çağrıştırır, taş inşaat malzemesi olarak makbuldür falan filan, çok şey söylenebilir bu beyit ve sanatlı söyleyişi hakkında ama esas mesele ikinci dizede. O zaman da gayrimüslimler sağlam binalar yapıyormuş ve bu herkesin bildiği bir şeymiş.

Bu beyite neden değindim? Sabah namazdan sonra “Allahümme ecirna minennar” (Allah’ım bizi ateşten koru) derken aklıma birden Âşık Yunus’un dizeleri geldi. “Sırat kıldan incedir/ Kılıçtan keskincedir / Varıp onun üstüne / Evler yapasım gelir.” Ve bir nükte, bazıları bu cümledeki nâr sözcüğünü dört elif uzatırmış. Bununla dünya sıkıntıları, kabir azabı, mahşer ve cehennem duanın kapsamına alınırmış.

Acaba Âşık Yunus ne yapmak istiyordu? O evleri hangi sırat üstünde kuracaktı, oradan mı temaşa etmek istiyordu olanı biteni yoksa orada, en sıkıntılı yer ve süreçte gelip geçenin bi durup soluklanacağı mekan mı yapmak istiyordu… Her neyse, akıl sır ermez bu derviş milletinin işine.