Azerbaycanlı bir şairin dizeleri olmalı, muhtemelen Vahapzade, biraz bakındım bulamadım, aklımda kaldığı kadarıyla bizim Türkçeyle yazacağım:

“Gençlikte eller uzun, diller kısa;

Kocalıkta diller uzun, eller kısa.

Gençlikte yıllar uzun, günler kısa;

Kocalıkta günler uzun, yıllar kısa.”

Evet, öyledir. Bugünlerde bunu tecrübe ediyorum, az farkla.

Elim kısa, elimden bir şey gelmiyor. İçim acıyla dolu, elim ulaşmıyor. Bir şey yapmak istiyorum, gücüm yok, yeteneğim yok. İşe yaramaz hissediyorum kendimi. Eli hiç de kısa olmayan, çok şey yapan Haluk Levent’in “insan kepçe olmak ister mi, kepçe olmak istiyorum,” dediği gibi ben de çok şey olmak istiyorum ama olmuyor işte, olmaz.

Gitsem oralara, yük olurum sadece. Günler uzun, haberler, sayılar, acılar arasında sıkışmış zihinlerimiz. Günler uzun, geceler soğuk.

Bir beyaz örtü, bir kara haber…

Oysa… O kara haberi almadan önce kar yağmıştı. Ne zamandır beklediğimiz bir şeydi. Kuraklıktan korkuyorduk. Belki çocuklarla bahçeye çıkar kardan adam yapardık, biraz yürürdük, hatta kar topu. Kaldı öyle. Kar, bereketi hatırlatırken… Bir beyaz örtü… Acı.

Türkmencede “dili kısa olmak” ve “dili kısa etmek” deyimleri var. Bir konuda konuşacak yüzü olmamak demek dili kısa olmak. Mesela bir yerde konuşma, öğüt verme konumunda bir adam düşünün, öğretmen diyelim. Gençlere çalışkan olun, edepli olun falan diyecek. O gençlerin arasında kendi çocuğu varsa ve hiç de öyle değilse konuşamaz. Konuşsa, birinin çıkıp “İyi de hoca…” demesinden korkar.

“Dilim kısa” demem ondan. Kaç gündür uzaktan izliyorum olanları. Sosyal medyada dönen tartışmalara acıyla kulak veriyorum. “Filanları neden orada göremiyoruzlar”ı. Herkes orada belki aslında. Elinden geldiğince… İnsanlar ayar çekmeyi seviyor olmalı. Diller uzun. İyi değil.

“Madem elim kısa, dilim de kısa olmalı” diyorum. Suskunluğum ondan biraz. Başka deyişle, yeteneksizliğim beni dili kısa etti.

Ne param var ne organize yeteneğim ne geçer akçe ustalığım… Elim kısa, dilim kısa, melul mahzun bekliyorum köşemde.

Bir de ibretle seyrediyorum elbette, herkes gibi. İçimden dua ederek.

Evvel giden ahbâba selam olsun, erenler!

Tanıdığım, beraber oturduğumuz, çay içtiğimiz iki yazar arkadaşımın vefat haberini aldık. Ali Şanverdi ve Recep Şükrü Güngör. Kabirleri pürnûr olsun.

İkisi de öykü yazardı, ikisi de öğretmendi. Ama son zamanlarda biri kendi temizlik şirketinde çalışıyordu sanırım, biri nalburluk yapıyordu.

Recep Şükrü’yle ilgili bölük pörçük kareler var zihnimde, Ali’yle de öyle. Bir parkta simit yedik sanırım beraber. Üç beş arkadaş daha vardı. Büyük Çamlıca’da tepede miydik, ikisi de orada mıydı? Emin değilim. Sonra Üsküdar sahilde, gün doğumunda bir grup arkadaşla yürüdüğümüzü hatırlıyorum. Bir imza günü sonra, Ankara…

Recep Şükrü yaptığı işi ciddiye alırdı. Benim gibi elinin ucuyla, öylesine yazmazdı. Bir keresinde çalışma odasında düzenli çalıştığını, aile fertlerinin içeri izinsiz girmediğini söylemişti. Şaşırmıştım. Yanında ajandayla dolaşır, notlar alırdı. Benim her türde iddiasız metinler yazmamı doğru bulmuyordu mesela. “Bir şiir, bir deneme, bir öykü… Sen de her bo.u kaşıklamasana!” demişti bir keresinde. Gülmüştüm. Ona göre bir türe yoğunlaşmalı ve iddialı olmalı, çalışmalıydım. Geriye ne kaldı. Yazdığı öyküler… Enkaz altında kitaplığı, masası.

Son zamanlarında hâlâ yazıyor muydu bilmiyorum. En son birkaç yıl önce konuştuk. Doğrudan yayıncılık sistemi hakkında bilgi aldı benden. Tanıtım olmayınca kimsenin ilgisini çekmediğini söyledim. Belki onun için denemedi o kanaldan kitaplarını yeniden bastırmayı. Diri taklidi yapmak değil, diri olmak istiyordu gerçekten. Emrah’la konuşmuştuk geçen yıl, kitap yayınlamak için başka denemeleri de olmuş, pek tatmin edici sonuçlar alamamış.

Onu daha iyi tanıyan arkadaşları sosyal medyada taziye mesajları yazdılar, fotoğraflar paylaştılar. Okul arkadaşları, ilk yazı tecrübelerinin şahitleri. Bir de şair İbrahim Gökburun birkaç fotoğraf paylaştı ardından. Yanlış hatırlamıyorsam akrabasıydı. Fotoğraflarda enkaz altında kitaplar… Ailesi. En hüzünlüsü onlardı. İbrahim’in paylaştığı fotoğrafları görünce aramızdan ayrıldığına iyice ikna oldum. Ezilmiş, parçalanmış kitaplardan biri Cahit Zarifoğlu’nun şiirleriydi.

Nedense aklıma o kitaptan bir söz öbeği takıldı. Bir edat grubu, zarf görevinde kullanılmış olmalı: “Tezeğe konan sinekler gibi…”

Bağlam yok, aramayın. Ortadoğu sefaleti, biriken öfkeler, dua gibi şeyler vardı sanırım o şiirde de.

İnsan soba olmak ister mi, odun olmak…

Bugün onuncu gün, dilimin bağını biraz çözebildim. Can kaybı otuz beş bini geçmiş. Allah merhametiyle muamele etsin, şehadetlerini kabul etsin. Halam vardı Antakya’da, o telaşta vaktini almayayım diye aramaya çekindim. Bugün Denizli’ye gelmişler. Biraz dinlensin yanına giderim. Köylüm vardı, Muhterem Abi, iyiymiş. Kardeşi de öyle. Bizim Kolaklılar odun yüklediler kamyona, gönderdiler. Sanki kendim de onlarla birlikteymişim gibi sevindim. Çok dua ettim. Yardım eden bütün vatandaşların ellerine, yüreklerine sağlık. Uzak ülkelerden, yakın komşulardan yardıma koşanlar sağ olsunlar.

*

İlle sorumlulardan bahsetmedin diye kızanlar olacaktır. Elbette ben de kızıyorum işini iyi yapmayanlara, felaketin büyümesinden sorumlu olanlara. Bazılarının aymazlığı kötülük olmuş, bazıları cisimleşmiş kötülük. Ama elim kısa o konuda da, elim kısayken dilim de kısa. O konuları uzmanları konuşuyor, bu daha faydalı bence. İnsanın uzmanı olmadığı, iyi bilmediği konuda konuşmasına çok da gerek yok.

Aslında duyduğum ve ikna olduğun şeyleri yazsam da olur ama…

Bir, beni kim dinler?

İki, insanların hassas konularda konuşmayı da ehline bırakması gerekir diye düşünüyorum.