Geçen hafta köye gittik ablamla, kısa bir ziyaret…

Artık sahibi olmayan bağa gecikmiş bağbozumu desem bu kısa geziyi amacından saptırmış, gezimize olduğundan fazla anlam yüklemiş olurum. Yine de ayva, elma topladık; arılardan ve kuşlardan artakalan ve artık iyice tatlanan üzümlerden yedik. Hatta koca meşenin palamudundan dört beş tane alıp sobanın üstünde pişirdik.

Mezarlık ziyaretine giderken ablam yol kenarında gördüğü ota çöpe baktı, bir soğuk, ardından sıcak derken yeniden bir canlanma vardı sanki tabiatta. “Anamgil bu zamanlara güz baharı derlerdi,” dedi ablam. Bu ifadeyi ilk kez mi duyuyordum yoksa duydum da unuttum mu bilmiyorum, çok etkileyici bir anlatım olduğunu düşündüm. Güz baharı… Ablam devam ediyordu anlatmaya, “güzde gelen kısa bir bahar gibi” diyordu.

Şimdi güz baharıdır oralar. Arada bir iki yağmur yağsa, sonra güneş açsa “çıntarlar” da çıkar. Gidip dağda bayırda bulmak uzak bir hayal belki ama dağda çıntar çıksa pazara da iner, tadımlık alırız. Eski günleri yad etmek için en azından.

Alıçlar, kızılcıklar da vardı yamaçta, kuşburnu da. Çokça elma, ağaçların dibine dökülmüş. Toplayan yok, alan, ince ince dilip “hak” eden yok.

Güz baharı, ikinci bahar, yalancı bahar… Aslında hiç biri bahar değil bunların. yine de bir teselli, maziye bir bakış. Uçarılığı kaybolmuş, daha bilge bir bahar fragmanı belki.

Yağmur Yağsa Biraz

İçimde kaybolmayan, biraz azalıyor gibi olsa yeniden nükseden bir sıkıntı. Maruz kaldığım haberler, kulağıma çalan kötülükler, konuşarak ve lanetleyerek çözümüne katkıda bulunamayacağım hastalıklı gündemler. İşte onun için sadece güzden, yağmurdan, hadi bilemedin krizantemden falan bahsediyorum hep. Bir de artık çok iyi anlıyorum Ahmet Haşim’i. Çanakkale’ye gitmiş ama “O Belde” yazmış, “Merdiven” şiiri yazmış diye biraz gönül koyardım eskiden. Doğasına uygun olan öyle davranmaktı belki. “O Belde” bir kaçıştı belki. “Bir ömr-i muhayyel” dediği gibi zor dönemlerde âşiyan şairinin.

Ablamın “güz baharı”ndan bahsettiği yerde tam da, yıllar önce bir sağanağa tutulmuştum. Yanımda birader de vardı. Yine mezarlığa gidiyorduk aynı yoldan. Kazım Dayı’nın saçağına sığınıp yağmurun yağışını izlemiştik. Hiç konuşmadan, vecd içinde. O yağmur yağarken tabiatla birlikte yıkandığım, içimin de temizlendiği duygusuna kapılmıştım.

Aradan yıllar geçti, Mesnevi okurken bir yağmur meseline rastladım. Ayşe Ana dilinden. “O nasıl yağmurdu ey Allah’ın elçisi dışardaki?” diyor, “Islanmadın mı?” “O mana yağmuruydu ey Hümeyra”, diyor Allah elçisi. Sonra Mevlana bir sağanak gibi yağan, insanın ruhunu temizleyen maneviyattan bahsediyor. Çok sıkıldığım bir anda karşıma çıkmıştı o parça ve okuyunca saçak altından seyredip “huzuru” hissettiğim o yağmuru hatırlamıştım. O metin de öyle ferahlatmıştı beni.

“Mesnevi Derkenarları”nda bir bölümde o parçayı yazdım.

/bu yağmur/

 

Bu bahar yağan, nisan yağmuru mu?

çiçekleri açan, incilere evirilen…

Hazan yağmuru mu yağıyor Mevlâna?

Lime lime ruhlar,

                                   bedenler pul pul dökülmüş…

 

Her yere yağmur yağdı demin,

Niçin bir nem bile yok saçlarımda,

Niçin bir nem yok kalbimde Mevlâna?

 

Çağırsak gelir mi yağmur,

                                   meşrebe göre mi?

Bir yudum huzur gelse,

Sen gelsen Pir

Bu bahar gelen

                                   bahar yağmuru, desen…

 

(Evinde Misafir, s. 66)

Krizantemler

Birkaç gün önce de eşimin köyüne gittik. Çokça güzel manzara, sıla-i rahim ve güz çiçekleri. Biz köyde güz çiçeği derdik, sonradan kasımpatı dendiğini öğrendim bu çiçeğe, sonra krizantem denen  çiçeğin de aynı çiçek olduğunu.

Aysona”da bir metin vardır, “Krizantemli Mektup” diye. Orada krizantemin etimolojisi niyetine anlatılan bir hikaye var. Dokunaklı bir şey ama bilimsel değil. Halk etimolojisi diyoruz böyle hikayelere. Sanırım öğrenciliğimde okuduğum bir kitapta rastlamıştım. Belki daha sonra da okumuş olabilirim. “Seni Seven Neylesin?”di kitabın adı ve böyle bir çok güzel anekdot içeriyordu.

Krizantem elbette yine Fransızcadan gelmiş dilimize. Eski defterleri karıştırırsak çoğu zaman olduğu gibi Latinceye ve oradan Eski Yunancaya dayandığını görüyoruz bu sözün de. Altın ve çiçek anlamına gelen sözcüklerden oluşmuş. O çiçekli parçasını biz zaten antolojiden de biliyoruz. Neyse…

İnsanın toprağa yakın olması, arada bir de olsa, bir iki günlüğüne de olsa ruhuyla sığınabileceği bir köyü olması güzel. O mektupta bahsettiğim gibi krizantemsiz bir sonbahar geçirmedim bu yıl şükür. Bir buket çiçekle döndük köyden, Begüm çiçekleri vazoya yerleştirdi, annesi salona koydu.  Epey kalır orada.

guz-bahari

Minik Ağaçlar Mevsimi

Bu sitede yazmaya başlayalı, köşe arkadaşlarımın yazılarını severek okuyorum. Berna Hanım geçen hafta yazısına “Minik Ağaçlar Mevsimi” başlığını koymuş. Şairane bir başlıktı. Bu sefer sanırım serbest bir konuda yazdı diye düşündüm. Yazıyı okuyunca yanıldığımı anladım. Minik ağaçlardan kastı karnabahar ve brokoliymiş. Çok değerli bilgiler içeriyordu yazılar. Fırsattan istifade bir anı paylaşmak istiyorum.

Brokoliyi buharda pişirip yemeyi seviyorduk biz. Üzerine zeytinyağı gezdirdik, bazen hafifçe tuz ve limon eklerdik. Çocuklar pek sebze sevmez derler ama iki üç yaşlarındayken Begüm çok severdi bu yemeği. Biz de sık sık sofraya koyuyorduk. Artık bıkmış olmalı ki bir gün “Yesene kızım, bak en sevdiğin yemek,” deyince “Ben en sevdiğim yemeği artık sevmiyorum,” demişti.