Dün mezarlığa gittim, bu sefer tek başıma, her zamanki yoldan. Bir gün önce biraderlerle kahveye tost yemeye gitmiştik.

Bir köylümüz “Ne güzel efendim, üçünüzü bir arada görmek,” dedi. Soner, “Evet, üçü bir arada,” dedi, güldük. Biz aslında altı biradermişiz. Üçü mezarlıkta. İkisi dün sabah köyden ayrıldı. Sayılı gün tabii. Dört bacıdan biri mezarlıkta, ikisi köydeydi, şimdi değiller. Anamın biz çocukken “cirim” diye sınırlandırdığı avluda bir başımayım bugün.

Ölülerin Çağırdığı

Yol boyu otlara, ağaçlara baktım. İki iniş, iki yokuştan ibaret mezarlık yolu. Okul bahçesinde dikkatimi çeken kocaman ağaçlar var, badem, ceviz, fındık… Yabancı bir ağaç, kim bilir kim, ne zaman dikti. Ben bu okuldayken yoktu bunlar, o zaman yol kenarına sıralanan kavaklar da şimdi yok. Mekana yabancılığım artıyor. Çocukluklarını, nasıl boy attıklarını bilmiyorum bu ağaçlarım. Mavi çiçekli hindibalar, mor, pembe çiçekli yoncalar, yörük abaları, kekikler, karşıma çıkınca bir dal alıp ağzıma attığım, keskin aromasının ağzıma yayılışını sevdiğim “sıra”lar eskiden beri buralarda bir yerlerdeydi sanki. Yol boyu kulağıma gelen kuş sesleri de öyle. Mezarlıkta, benden ürkmüş olmalılar, iki hüthüt uçtu önümden ilerdeki yamaca kondu. Bu yıl gördüğüm ilk hüthüt olabilir mi, belki, mezarlıkta görmemim bir anlamı olabilir mi, kim bilir? Yine dağlara, tarlalara çiçeklere ve ekinlere bakarak geri döndüm. Mezarlık ziyaretinde geldiğim yoldan dönmeyi sevmem, diğer yoldan dönmeyi tercih ederim genelde, yine öyle yaptım. Yolda beni çağıranlar, seslenenler, selamlaştıklarım oldu. Babamın mescit arkadaşı biri, yine yalnızlıktan şikayet etti, “Eskiden bir ortamımız vardı, on, on beş kişi olurduk mescitte, beraber çay ocağına giderdik, sohbetlerimiz olurdu.” Arkadaşlarının çoğu mezarlıkta, o çay ocağı kapanmış, “ortam” dağılmış. Düşünde babamı görmüş. “Beni mi çağırıyor acaba?” diyor. Gerçi çok karşı da değilmiş, “Fehmi Dayı götürmek istiyorsa kötü bir yer değildir, kötü yere çağırmaz,” diyor.

Gel Deyiciler

Sabah sela sesiyle uyandım. Hemen balkona çıktım, dinlemek için. Nedense dünkü konuşmanın etkisiyle aklıma Akif Enişte geldi, sonra eşi Ümmüşen Hala, Sabahiye Hala. Hüzünle selanın sonunu bekledim. Hiçbiri değildi. Denizli’de oturan bir köylümüz. Bir çocuk. Akkuşlardan. Bağbaşı Mezarlığına defnedilecekmiş. Allah taksiratını affetsin diyeceğim ama zaten taksiratı olmaz ki çocuğun. Allah ailesine şefaatçi etsin. 
Ölüm tuhaf şey. Geçen gün biraderlerle onu konuşmuştuk, “Allah sıralı ölüm versin,” demek âdet olmuş. Aslında her ölüm sıralı belki ama sıranın nasıl bir logaritması var onu bilmiyoruz işte. Gel deyiciler “gel” diyor ve sırası gelen gidiyor.
Bitkisel Hayat
Mezarlık dönüşü otlara baktım durdum. Arife’nin geçen gün daha çok bitkilere bakıyorum, keşke dillerini bilseydim dediğini hatırladım. Bitkisel hayat, bitkilerin dili hakkında düşündüm. Ben de isterdim “deve dikeninin dediklerini” anlamayı. Ama bildiğim bir şey var, “Bitkisel Hayat” gerçek anlamıyla kötü bir şey değil. Bitkilerin hayatı en saf, en gerçek hayat çeşitlerinden biri.  Tübitak Popüler Bilim dizisinden “Bitkisel Hayat” adında bir kitap okumuştum. Bana bir edebi eserin kolay kolay veremeyeceği kadar keyif vermişti bitkilerin hayatı. Hikmet Birant’ın en sevdiğim yazarlardan biri olması da ondan değil mi zaten. 

Bir de Hüsrev Hatemi’nin ballıbabalar hakkındaki şiirini hatırladım. “Gerçi tesbihlerini dinleyen, / Erenlerden eser yoksa da...” kaydıyla bile olsa ota çöpe bakmak içini coşturuyor insanın. Mezarlık ve hayat. Çiçeksever köylülerimin bahçelerine, yol kenarlarına bakarak yürüyorum.

Dağlı’nın “Çıkar Sokak”ı

Köyde, geniş, huzurlu, tahta balkondayım. Hava serin, rüzgar esiyor, kuş sesleri geliyor bu satırları yazarken, youtube mix’iimi açtım. Epey bir Mohsen Namjoo’dan sonra Şövket Elekberova’dan “Meni candan usandırdı” gazelini dinledim.
Sanırım birkaç ay önce başlamıştım, Nihat Dağlı’nın “Çıkar Sokak” kitabını getirmiştim köye. Sabah kalan kısmını okudum. Belki kitapların ne zaman okuyacağı da insanın oturup planlayamacağı şeylerdendir. Yazı beklemek, bu kitabı bu balkonda okumak planlanacak bir şey değil. Elimdeki kitap KDY’den çıkan son baskısı. Daha önce en az iki farklı baskısını görmüştüm. Sanırım bu kitap önceki baskılarından biraz farklı. Özellikle sonundaki söyleşi çok iyi. Bu söyleşi bölümü bana bütün Nihat Dağlı kitaplarının özeti olarak da okunabilirmiş gibi geldi. Biri dese, “Ben hiç Dağlı okumadım, hangi konulardan bahseder, ne anlatır?” Ona “Çıkar Sokak”ın sonundaki söyleşiyi oku, bütün kitaplarında anlattığı orada sorulara verdiği cevapların daha geniş anlatımıdır diyebilirim. Bir soruya verdiği cevapta İbni Arabi’nin ferdiyetten bahsederken söylediklerine gönderme yapıyor. O cevap da bana kitabın alt başlığı olan “kendiliğin poetikası” nedir sorusunun cevabıymış gibi geldi.

Kitap adları çok ilginç Nihat Dağlı’nın, şiirsel, güzel buluşlar. Çıkar sokak alışık olduğumuz bir söz öbeği değil. “Çıkar yol” ile “çıkmaz sokak” bildiğimiz ifadeler, evet. Ama yol ile sokak farklı. Yol genel, geniş, dağda belde de olur; havada, denizde, şehirde de. Sokak daha çok şehirli, dar. İki yanında evler olur. Bazen de bir bina tarafından kesilir, orada kalır. Ama çıkar sokak öyle değil, çıkmaz gibi görünen durumlarda bile bir çıkış, bir geçit vardır belki. Kolay olmayan, genel geçer olmayan, herkesin bulamayacağı. “Dar kapıdan geçmek” gibi. Öyle şeyler çağrıştırıyor bu iki sözcüğün bir araya gelişi.

Çıkar yol biraz konfeksiyon işi giysi gibi, mağazaya gireceksin, deneyeceksin, iyi kötü sana en uygun neyse bulmaya çalışacaksın. Çıkar sokak terzi işi, daha iyisi kendi kendine diktiğin… Kendi söküğünü dikebilen bir terzinin kendisi için, kendine göre diktiği…