Geçen hafta Ayşe Hayta’nın “Ardıç Kuşları”nı okudum.  Ayşe Hanım’la kitap fuarında tanışmıştım. Kitabını da orada aldım.

Bir iki aydır kitaplıkta duruyordu hemen elimin ulaşabileceği bir yerde. Aslında geciktirmeden okumak istemiştim ama bazen öyle olur, kütüphaneden alınan kitaplar hep öne geçer okuma sırasında, elinin altındaki kitaplar nasılsa elimin altında diye öylece kalır. Kitap hakkında bir tanıtım yazısı okuyunca orada bekletmekle iyi etmediğimi düşündüm.

Cevahir Kadri gibi ben de Ayşe Hayta’nın şiirsel dilinden, kahramanın duyuşlarından, hassasiyetlerinden, macerasından etkilendim. Ama elbette bir metni her okur kendince okur. Belki her kitapta her okur kendince okusun diye kırk metin vardır iç içe geçmiş. Ben Kadri’nin çizdiği cümlelerin değil farklı cümlelerin altını çizmişim mesela. Bir de bu kitabı birbirine bir kahramanla bağlanan öyküler toplamı ama bir yönüyle roman da denebilecek bir kitap olarak görmüştü Kadri, ben öyle görmedim. Merkezinde tek kahraman olan ve onun anlattığı, onu anlatan yekpare bir kurgu olarak okudum. O tanıtım yazısını okuyunca Mustafa Kutlu’nun Uzun Hikaye öncesi kitaplarına mesela “Sır”a ya da “Ya Tahammül Ya Sefer”e benzer bir metin beklemiştim. Öyle bir hava sezmedim kitabı okurken. Hafızamı zorlayıp ille bir metinle benzerlik kurmam gerekse belki Samiha Ayverdi’nin “Yaşayan Ölü”süne benzetirdim.

Kırkyama perde, kırkyama pike, namazla…

Ama bütün bunları neden anlatıyorum ki. Ben kitap tanıtımı yazmak için oturmadım ki şimdi mutfak masasının yanındaki bu sandalyeye. İlk bölümde karşıma çıkan Kiraz Teyze’nin kırkyama perdesinden bahsedecektim ve o perdenin beni götürdüğü zamanlardan, çağrışımlardan…

Bir köy, köye yeni gelmiş öğretmen hanım ve komşusu var, Kiraz Teyze. Bir de Kiraz Teyze’nin perdesi var genç öğretmenin dikkatini çeken. Her yaması bir başka sevdiğinden, bir başka zamandan hatıra. Yaşlı kadının odasından dünyaya açılan pencere bu perdeyle kapanıyor, dışarı bakacak olsa bu perdeyi aralamalı... Perde yaşlı kadının çileli ömür yolundan işaret taşları, kişisel tarihinin tuğlaları…

Ablam da bir zamanlar kırkyama işine merak salmıştı. Çok seccade dikti o aralar. Bir de arada pike dikerdi. O kurmaca kahramanı kadar fazla anlam yüklemiyorduk elbette parça alınacak malzemelere, daha pratik gerekçelerle oluşuyordu ürünler. Üç dört kişiden anılar biriktirmiş ve artık yeni birine verilemeyecek hale gelmiş etekler, pantolonlar, modası geçmiş fistanlar vb. Yine de aradan yıllar geçtikten sonra “A, hatırlıyor musunuz bu yama anamın filan zamanda giydiği gömlekten, hemen yanındaki de filan rahmetlinin pantolonundan” dediğimiz olmuyor değildi.

O namazlalar (seccade) çok kullanışlı, rahat şeylerdi. Toz tutmaz, hapşırtmaz, aynı zamanda kolayca toplanıp insanı rahatsız etmeyecek kadar kalındır. Alçak gönüllüdür bir de, öyle ya ipek değil, atlas değil, kadife bile değil, müstamel kumaş… iddiasız, derviş edalı. İnce nakışlarıyla gözü yormaz, zihni meşgul etmez. 

Bir de bana pike hediye etmişti. O pike gençlik yıllarımda uzun süre benimle birlikte gezdi. İlk olarak nerede kullandım, öğrenciliğime kadar uzanıyor mu o kadarını hatırlamıyorum. Ama benimle birlikte küçük Asya’da, büyük Asya’da epey dolaştığını biliyorum. Yaz kış kullanırdım. Yanımdan ayırmazdım, gittiğim yere götürürdüm bekarken. Daha sonra dört farklı ev gezdi. Muhtemelen çocukların üstüne örtüldüğü de oldu. Yamalarının renklerini, astarını hatırlıyorum. Sonra öyle bir zaman oldu ki geride bırakmam gerekti demek.

Yolcu yükünü azaltmak zorundadır.

Bazen insan bir yerden başka yere göçerken eşyasını minimuma indirmek zorunda kalıyor. O zaman işte, yavaş yavaş birikmiş, haniyse kendiliğinden çoğalmış eşyaları ciddi bir elemeden geçirmek zorunda kalıyoruz. Kitapçılardan birer ikişer özenle seçilmiş kitaplar, özenle veya çalakalem doldurulmuş ajandalar, yazılarının bazıları okunmuş, bazı satırlarının altı çizilmiş, bazı yazıları henüz okunmamış dergiler, belki bir yerde lazım olur, tekrar döner bakarım diye kesilmiş gazete küpürleri… Kap kacak, elbise, bardak, kupa, kalemlik vb… Ama uzun yola gideceksin ve bütün yükü bir valize, bir uçağın taşıyacağı 25-30 kiloya indirmek istiyorsun bir taraftan da. Mesela kitaplar içinde romanlardan, öykülerden feragat etmek gerekebilir. Sözlükler daha önemli diyebilirsin, sözlüksüz olmaz. Dergilerle, ajandalarla vedalaşmak gerekecek. Battaniye götürmek anlamsız, belki pike de. Belki sen almak istesen de başka biri, bir pikeye o kadar anlam yüklenmesini anlamsız bulabilir. Bir pike işte. Daha iyisini, daha işlevselini alır geçersin ev tekstili satan bir dükkandan.

Ama, bunun kırk yamasında kırk anı vardı. Olsun varsın. Daha olmadı fotoğrafını çek, bakar hatırlarsın…

Kırkyama metinler, yapbozun parçaları…

Metin kurgusu olarak da kullandım kırkyamayı, zaten kırkyama dediğin şey kolajlama tekniğiyle üretilmiş bir görsel tasarım ürünü değil mi bir bakıma. Aysona’nın ilk parçalarını yazarken o pike bazen katlanmış minder olmuştu sandalyemin üstünde, bazen pelerin gibi omzumdaydı. Bazen ben pikenin altındaydım. Metni bir yapboz gibi düşünüyor, yapbozun bazı parçalarını boyuyordum. Ama parçalar tam olmayacaktı. Baştan öyle düşünmüştüm. Eksik parçaları olan yapbozu okura olduğu gibi sunmak, zihinlerinde tamamlamalarını beklemek. Lafın tamamı aptala söylenirmiş. Farklı zamanlarda, parça parça yazılan olay parçaları, mensur şiirler, günlükler, mektuplar… Boyacı küpüne daldırılıp çıkarılmış iktibaslar hatta. İyi ressamların atölyelerine uğrardım bazen. Birinde soyut bir resim içinde tuvale yapıştırılmış bir siyah beyaz fotoğraf görmüştüm, çok etkileyiciydi.

Coat of Many Colors

Evet, bu da dağınık bir yazı, her parçası başka bir zamandan kesilmiş bir yama. Dağınıklığı ondan.

Bir ara İngilizce çalışıyordum. Kırkyama pikenin altında uyuduğum gecelerin gündüzü. Arkadaşım dili basitleştirilmiş kitaplar veriyordu. Bir keresinde de bir şarkı verdi. Öğrenciler için şarkı sözleri hazırlıyor, çocuklara şarkı dinleterek, film izleterek dil öğretiyordu. “Bak bu şarkıyı çok seveceksin,” dedi. Gerçekten sevdim o şarkıyı. Hikaye anlatan bir şarkıydı, sözleri de, müziği de, şarkıcının sesi de etkileyiciydi.

Dolly Parton, Coat of Many Colors. O zaman çakmak boyunda mp3 çalarların moda olduğu dönemdi. Epey dinledim fakir bir çocuğun annesinin kendisi için diktiği kırkyama ceketi anlattığı o şarkıyı. Sonra biraz baktım, şarkıcının orada anlatılanları gerçekten yaşamamış olma ihtimali oldukça yüksek.

Fakir bir aile, kışın çocuğun giyecek yeni bir şeyi yok. Annesi ona eski elbise parçalarından bir ceket dikiyor, farklı renklerde parçalar var annenin elinde. Sonuçta ortaya alacalı bir şey çıkıyor işte. Ama ocağın başında dikiyor anne, belki ocakbaşının sıcaklığını da dikiyor elbiseye, sonra ceketi dikerken “Yusuf’un alacalı elbisesini” anlatıyor çocuğa. Demek onların kültüründe ceket olduğunu düşünmüşler kıssadaki giysinin. Çocuklara kilisede öyle anlatılıyormuş. Biz gömlek diyoruz, o zaman Eski Ahit’e bakmıştım ne diyor diye, orada da farklı çevirilerde elbise veya entari olarak alınmış. Ama vurgu hediye edilmiş, sevgiyi gösteren, sevgisiyle ısıtan alacalı bir giysi olmasına şarkıda.

Aradan epey zaman geçmiş, belki yirmi yıl, bu yazıyı yazmadan önce o şarkıyı tekrar dinledim, hala güzel. Hala çok renkli, sıcacık.

Kırkyama pikedir beynimin zarı, anılardan…

Bütün bunlar aklımdan geçerken Melih Cevdet’in birkaç yıl önce okuduğum, günlüğüme not ettiğim dizeleri geldi aklıma “Gökyüzüdür zarı beynimizin, / Kuşlar, bulutlar gezinir içinde.” Gerçekten öyle mi acaba, belki bazen ama her zaman değil.

Hayır, en azından şimdilerde, beynimin zarı gökyüzü değil de kırkyama pike sanki, anılardan, o eski zamanlardan, çocukluktan, ilk gençlikten; coşkulu,  neşeli ve hüzünlü zamanlardan kalmış, o eski zamanlarda giydiğim elbiselerden, sığındığım kitaplardan, örtündüğüm göklerden yamalarla dikilmiş bir pike; bir kırkyama pike beynimin zarı. Isıtıyor mu bilmiyorum ama yine de ona bürünüp kaçmak istiyorum halin, şimdiki zamanın soğuğundan.

Gurbet gecelerinde ablamın kırkyama pikesine büründüğüm gibi anıların kırkyama pikesine bürünmek istiyorum. O şarkıda anlatılan renkli kumaş parçalarından dikilmiş ceket gibi… Belki güzeldir, belki sıcaktır… Bürünüp yatsam öyle bir pikeye, o pike belki perde de olur. Dünyaya açılan penceremi istediğim zaman kapatabileceğim anılar perdesi.