Geçenlerde kendisiyle yeni tanıştığım bir arkadaşıma misafir olmuştum. Niyetim hal hatır sormak, kısa bir ziyarette bulunmaktı. Vay canına! Kalkarken saate baktım üç saate yakın oturuvermişiz. Yani evdeki hesabı çarşıda tutturamadık. Neden mi? Elbette bir nedeni var. Sorumun cevabını az sonra öğreneceksiniz. Hele birazcık sabır.
         Çocukluğumda tatlının, tatlı türlerinin kıt olduğu dönemlerde ne zaman bir düğün, mevlit yemeğine gitsek gözümüz hep son çanakta olurdu. Çanak sofraya gelir gelmez bütün çocuklar tatlıya üşüşen karıncalar gibi tabaktaki helvadan küçücük de olsa bir pay almaya çalışırdık. İşte ev sahibinin de son ikramı bize o kadar leziz geldi ki bir türlü sofradan kalkamadık. Misafirlik uzadıkça uzadı.
        Peki ne yiyip ne içtik? Efendim, malum ya Anadolu’muzun güzel adetlerinden birisi de her eve kök salmış, yerleşmiş misafirlikperverlik anlayışımızdır. Kapıya geleni “tanrı misafiri” olarak karşılar, az çok demeden ikramda bulunuruz. Hele evimize gelen tanıdık bir sima olursa cömertliğimiz coşkun sular gibi taşar da taşar. Âdeta mutfağın her köşesinden sesler gelmeye başlar. Hele hele günümüzde kahvesi, çayı, pastası, böreği… Açlıktan değil, bolluktan. Ye babam ye!
          Ev sahibinin önümüze koyduğu ikramları yedik içtik. “Teşekkür ettik, elinize sağlık” dedikten sonra kalkmak için müsaade istedik. Arkadaşım bir anda tebessümle yüzüme baktı ve “sizlere son bir ikramımız daha olcak, lütfen biraz daha oturabilir misiniz? “ dedi. Doğrusunu sorarsanız şaşırmıştım. Midem zaten tıka basa dolmuştu. Neyse misafiriz ya “Peki” dedim. Ne gelecek acaba diye merakla beklerken arkadaşım yan odadan getirdiği Mesnevi’yi okumaya başladı. Hem okuyor hem de arada açıklamalarda bulunuyordu. Okunan, anlatılan şeyler öylesine güzel öylesine tatlıydı ki içimden “ev sahibinin son çanağı gerçekten çok tatlıymış” diyordum. Arkadaşımın “son ikramımız” diye sunduğu şeyler sonsuzlığun, sonsuzluk aleminin hakikatlerini, güzelliklerini bir bir gözümüzün önüne seriyordu aslında. O okudu, bizler can kulağıyla dinledik. Dinledikçe vücudumuzda pastanın, böreğin ulaşamadığı nice noktaların açlığını hissetmeye başladık. Doyduk, midemizde yer kalmadı derken ruhumuzun, iç dünyamızın ne kadar aç kalmış olduğunu hissederek ayrıldık evden.
           Bu misafirlik ve son ikramla sözü şuraya getirmek istiyorum. “Keşke diyorum” evimize gelen misafirlere yemede, içmede gösterdiğimiz cömertliğin birazını da ruhu okşayacak manevi gıdalar yönüyle de göstersek. Dahası evimize (genelde) midesi tok, ruhu aç gelen sevdiklerimize, dostlarımıza “Efendim, (son ikram olarak) ne alırsınız şiir, hikaye, fıkra, roman… Sizlere ne ikram edeyim? Üç beş sayfalık roman mı, yoksa üç beş dörtlükten oluşan bir şiir mi okuyayım sizlere? Hayır hayır, isterseniz şu güzel yavrunuz için kaleme aldığım şiirimi takdim edeyim” diyemez miyiz?
          Sakın ha! Yanlış anlamayın beni. Pasta börek düşmanı değilim. Düşüncem, teklifim ikramlarımızın arasına kitapları, dergileri kısacası yemekli hayatın yanına okumalı hayatı katabilmektir. Hem bu sayede “okumama” gibi toplumsal bir hastalıktan bizler de, çocuklarımız da kurtulmuş olurlar. Kelimeler pazarından aldığımız beş on sözcüğü edebiyat mutfağında hemen küçük bir şiir ya da hikaye halinde pişirip sevdiklerimize armağan etmek sanırım çok zor olmasa gerek. İnanıyorum ki böylesine bir ikram dostlarımız tarafından kolay kolay unutulmayacak, arkadaşlığımızı unutturmayacaktır. Ya da misafirimize kitaptan okuduğumuz bir cümle onun iç dünyasını aydınlatacak, hakikate giden yolu bulmasına vesile olacaktır. Bu da bizim için ahiret terazisi kurulduğunda sağ kefedeki en büyük tarafgir gelecek sermayemiz olacaktır.
         Dileğim misafiriniz bol olsun, son çanağınız hazır, hep hazır olsun.