Aslında epey oldu bu kitabı okuyalı. Üzerine birkaç kitap daha okudum. Okurken burasını mutlaka anlatmalıyım dediğim öyle yerler, beni şaşırtan, hayran bırakan o kadar çok pasaj vardı ki, bir yazı yazmalıydım bu kitap hakkında.

Elim ermedi, vakit ayıramadım, sonunda “Aman boşver,” dedim, “zaten yazan yazmıştır, öyle kıyıda köşede kalan bir metin değil ya.” Vazgeçtim yazmaktan, zaten sıcağı sıcağına yazmayı düşündüğüm cümleler, paragraflar uçup gitmişti zihnimden. Ama bu sefer de aradan geçen zamana rağmen yazmaya niyet edip yazamamak rahatsız ediyor. Yarım kalmış bir iş gibi. Yaşanmamış, ertelenip durulmuş duyguların insanın içinde bir ukde bıraktığı gibi…

Yazıp kurtulmazsam, başka konuların, başka yazıların yazılmasına engel oluyor sanki. Tuhaf bir durum. Bu duyguyu bir kitap dosyası üzerine çalışanlar bilir. Bir romana başlamışsındır mesela, uzayıp gitmiştir. İçinde bir yara gibi, hem hep aklındadır dosya, hem başına geçip çalışmadığın için kahramanları bile unutmuşsundur. Bir zamanlar uğrayıp, bir süre yaşayıp göçü topladığın bir şehir gibi sisler arasında kalmıştır romanın atmosferi. Ve saire, ve saire… Ket vurur yeni konular üzerine düşünmene. Gün gelir, iyi kötü, dosyayı kapatıp kurtulayım dersin.

Doğudan Batıya

Neyse, bahsettiğim kitap Annemarie Schimmel’in “Doğudan Batıya” adlı otobiyografisi. Okuduğum ilk kitabı “Cavidname” çevirisi ve şerhiydi Schimmel’in. İkbal’in kitabı, içeriği ve ilginç kurgusuyla zaten çok iyiydi de beni bir o kadar da Türkçeye bir Alman tarafından çevrilmesi etkilemişti. Çevirmekle de kalmamıştı muhtereme, bir de bir güzel şerh etmişti. Sonra çok eski bir tarihte basılmış “Dinler Tarihi”ni ve “Tasavvufa Giriş” adlı küçük kitabını okudum. Tasavvuf hakkında geniş bir kitabını okuma listeme aldım. Böyle birinin anıları elbette çok ilginç olmalıydı ve hiç planımda yokken ve başka kitaplar ısmarlamak için bilgisayarın başına oturmuşken “Doğudan Batıya” karşıma çıkınca listeden birkaç kitap çıkarıp önceliği bu kitaba verdim.

Mütercimin Dili Yazarın Dili

Kitap, Ömer Enis Akbulut tarafından çevrilmiş. Akbulut’un dili başta biraz tedirgin etti beni, pek güncel bir Türkçe tercih etmemişti mütercim. Sonra alıştım, bir de şöyle düşündüm: Evet, daha sade, daha güncel bir dille çevrilebilirdi bu kitap ama yazar kendisi yazsa, sanırım böyle bir dil tercih ederdi. Hatta yer yer daha eski sözcükler kullandığı da olurdu.

Çok Gezen ve Çok Okuyan

Kitapta yazar çocukluğunu, akademik hayatını, gezip gördüğü yerleri anlatıyor. Çok yer gezmiş, çok farklı ülkelerde, akademik kurumlarda çalışmış. Bir çok isim var, tanıdığımız, tanımadığımız birçok kişiyle ilgili değerlendirmeler, anılar... Ne yazık ki özel hayatından çok bahsetmemiş. Kendi tercihi elbette ama bir okur olarak hayatının o kısmını da merak ettiğimi söylemeliyim.

Kitap-8

Çocukluğu ve ailesi çok çok renkli. Anne babası zengin değil ama kültürlü, okumayı seven, şiirden, edebiyattan, sanattan anlayan insanlar. Daha çocukken babasıyla okuduğu kitaplar muazzam. Akrabaları da mürekkep yalamış insanlar. İster istemez karşılaştırıyor insan, Annemarie Hanım (Ben teyze demeyi tercih ediyorum, böyle kendime yakın hissettiğim saygıdeğer hanımlara)  ninemle yaşıt. O kütüphanelerde doğunun ve batının klasikleriyle hemhal olurken ninem karasabanla çift sürmeyi öğreniyordu muhtemelen, dağlarda keçi güdüyor, sırtında odun taşıyordu. Ömrü bu minval üzere geçti gitti, anam da hakeza.

İz Bırakan Ayrıntılar

Bazen bir kitabı okurken birçok şey önemli gelir insana, altını çizdiği satırlar, yanına mim koyduğu paragraflar olur ama aradan zaman geçince birkaç ayrıntı öylece yazılır kalır zihinde. Bu kitaptan aklımda kalan bazı ayrıntılar şunlar.

Hitler döneminde lisede ve üniversitede okuyor. Ülkenin başındaki kara bulutları hissediyorlar elbette. Gençlerin zorunlu eğitimlerine katılıyorlar, savaş ekonomisinin günlük hayata etkisini yaşıyorlar… Ama savaş bitip Amerikan kamplarında kaldığı süreye kadar soykırımdan, yaşananların boyutlarından haberleri olmuyor. O konuda bir şey duymuyor nasılsa. Sonradan bazı şeyler hatırlıyor, bazı kareler yapbozdaki yerine oturuyor. Lisede bir takım arkadaşlarının tedirgin göründüklerini, bahçede diğer çocuklardan uzakta, kendi aralarında toplaştıklarını hatırlıyor mesela, sonra başka okula gittiklerinin söylendiğini o kızların. Bir yürüyüş sırasında rastladıkları çirkin barakalarla ilgili konuştuklarını ve oradan yükselen kötü dumana anlam veremediklerini, havayı kirleten bu dumanın kaynağı hakkında babasının veya annesinin söylendiğini hatırlıyor. Nasıl bir fabrikadır bu ki, havayı kirletmesine izin verilmektedir.

Bende iz bırakan bir başka ayrıntı, Hindistan’ın önce ikiye, sonra üçe ve dörde bölünmesinden sonra  bazı Pakistanlı ve Hindistanlı dostlarının söylediği. “Ne bilelim, biz ayrılmanın iyi bir fikir olduğunu düşünüyorduk ama bölününce Almanya’yla Avusturya gibi olacağımızı sanıyorduk.” Ama sandıkları gibi olmuyor bölünme. Çok ölüm, çok acı getiriyor. Milyonlarca insan o taraftan bu tarafa, bu yandan o yana göç etmek zorunda kalıyor. Sonra da düşmanlıklar, savaşlar, bir türlü çözülemeyen siyasi sorunlar…

Kocaman Türkiye Parantezi

Gezdiği yerler, tanıştığı insanlar içinde en çok ilgimi çeken kısımlar Türkiye’yle ilgili olanlar oldu tabi. Arkadaşlarının bir çoğu bildiğim, duyduğum, okuduğum insanlar. Yer yer kıskandığım da oldu bu kısımları okurken. İstanbul, Ankara, Konya başta olmak üzere gezdiği yerler, tanıştığı insanlar, şahit olduğu ilkler ve bunları anlatışı nasıl bir gönül ehli olduğunu anlamaya yetiyor.

İskelede ilk karşılayan Behçet Necatigil mesela. Sonra yeni edebiyatın temsilcisi şairlerle, yazarlarla oturup kalkıyor. Çok sevdiği Yahya Kemal hakkında tartışıyor onlarla. Bir yandan Samiha Ayverdi muhitiyle samimi ilişkileri var bir yanda Oğuz Atay’ın hakkında roman yazdığı bilim adamının evine evin bir ferdi gibi girip çıkıyor. Daha Almanya’da edindiği Cemile ismini kullanıyor o evde ve birçok yerde. Türkçe yazılarında da hatta. Hoca soruyor: “Kuran’da geçiyor mu ismin?” “Bu şekliyle değil ama müzekker haliyle bir yerde geçiyor,” diyor. Filan sure, filan ayet,”diye ekliyor. Her ikisi Kuran’a vakıf, klasik Türk edebiyatını seven insanlar.

Ayasofya kütüphanesinde, İstanbul kütüphanelerinde yazmalar arasında geçen günler.

Konya’da uzun süren aradan sonra yapılan ilk sema ayinine şahit oluşu. Tanıştığı ehil ve ehil olmayan tasavvuf erbabı… Uzayıp gidiyor hikaye. Sonra sanat tarihi tahassüsleri, tecessüsleri… (Dilim ondan bahsederken ona mı kaydı acaba?)

Yazık, hiçbir şeye inanmıyor…

Bir bilimsel toplantı. Değerli şarkiyatçılar çıkıp sunumlarını yapıyorlar. Sevdiği kendisi gibi gönül ehli bir hocası bir başka hoca sunumunu yaparken kulağına eğilip acıyla: “Hiç bir şeye inanmıyor,” diyor, “yazık, hiçbir şeye inanmıyor.” Çalıştıkları alana sadece akademik konu olarak bakanlara acıklı bir bakış olmalı bu hayıflanma.

Konularıyla kalbi bağ kuruyor şarkiyatçıların çoğu, biraz her biri bir parça kendi alanının taraftarı oluyor. Bir yerde, Sanskrit alanında çalışanlar İslamiyat çalışanları pek sevmezler diyor. Biri duygularını bizzat bizim hocaya ifade etmekten de çekinmiyor Amerika’da. Hatta tasavvuf ekolleri, meşrepleri arasında da tercihi var her birinin. Annemarie Hanım Mevlana hayranı mesela, İbni Arabi hayranları onu da yanlarına çekmek istiyorlar ama sanırım tasavvufun felsefi yanından ziyade aşkı önceleyen ameli deneyimlerini daha çok seviyor.

Çok Dil Bilen Bir Ehl-i Dil

Çok dil biliyor, hayran olduğum, gıpta ettiğim yönlerinden biri de bu oldu. Daha lisedeyken teknik konulara değil şarkiyata ilgi duyuyor. Belki garip bir tercih ama ailesi kısıtlamak yerine destek oluyorlar tercihine. Arapça, Türkçe, Farsça eğitimi. Sonra elbette belli başlı Avrupa dilleri, zamanla başka doğu dillerini de ekliyor listeye.

Örnek olarak şu anekdot yeterli sanırım. Bir gün her mezar taşı bir sanat eseri olan bir kabristanı geziyorlar. Birçok büyük insan, devlet adamı, din büyüğü. Kendini gezdiren hocaya “Keşke buralarda yatanlarla ilgili bir kitap olsaydı,” diyor. Hoca cevap veriyor: “Var,” diyor “ben yazdım ama Sindce, anlamazsın.” O an sohbet ettikleri dil Urduca elbette. Altı ay sonra o hocaya ilk sindce mektubunu yazıyor ve çok zevk alıyor böyle ilginç bir dil üzerine çalışmaktan. Afganistan’ın ücra bir köşesinde, Tacikistan’da yerlilerle kendi dillerinin incelikleri üzerine konuşup onları şaşırtıyor. Bazı bilimsel toplantılarda soru soran her öğrenciye kendi dilinde cevap veriyor.

Hikemi Nasihatlar

Kitabın sonu, yazarın ömrünün sonlarında yazılmış. Bir çeşit veda yazısı gibi. O bölümden bir paragrafı daha önce sosyal medya hesabımdan paylaşmıştım, şimdi de buraya iktibas etmek istiyorum:

“İstikbal neye gebedir bilmiyorum, sadece daha iyi itilaf ve muhataba karşı daha fazla ihtiram umut ederim. Ve annemden öğrendiğim, eski denizcilerin şu şiarına ittiba ederim: "Hayrı um, şerre hazır ol." Annem pek sevdiği o şark meselinden mülhem, gereksiz vehimlerden imtina etmemi öğütlerdi: "Yüzlercesi vebadan öldü, ama binlercesi veba korkusuyla telef oldu." Bu tavsiye bana öyle geliyor ki, her yeni gün başka başka inzara muhatap olan ve kafa karıştırıcı haberler sağanağına maruz kalan cemiyetimiz için hikemi bir nasihat mertebesindedir.”

Gerçek Âleme Uyanışı

Çok sevdiği bir değerli bir söz var. Daha çocukken bir masalda karşısına çıkıyor önce, daha sonra şarkiyatçı olmasına ve tasavvufa yönelmesine neden olduğunu düşünüyor birçok kitapta hadis olarak geçen bu sözün “İnsanlar uykudadır ölünce uyanırlar.” Vasiyeti üzerine bu söz mezar taşına yazılıyor. Mezarı Bonn şehrindeymiş. Bir gün oralara yolum düşerse ziyaret edip bir fatiha okumak isterim. Onun Türkiye’de, Mısır’da, Hint altkıtasında, Orta Asya’da ve başka yerlerde birçok türbede, mezarlıkta okuduğu gibi.

Annmarie Schimmel Dogudan Bakiya