Türk keşif uçağının Suriye tarafından düşürülmesinin ardından hükümetin itidalli davranarak olayı serinkanlı değerlendirmesi, Türk devlet geleneklerini uyguladığını gösteriyor. Osmanlı Devleti de en güçlü olduğu devirlerden son dönemine kadar diplomasiye önem vermişti. Denizli Pamukkale Üniversitesi (PAÜ) Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mehmet Yaşar Ertaş'ın yazdığı "Sultanın Ordusu" adlı kitapta, tarihin kaydettiği en büyük savaş kuvvetlerinden birisi olan Osmanlı ordusunun bir savaşa nasıl hazırlandığı, savaşmadan önce nasıl diplomatik çalışmalar yaptığı ayrıntılarıyla anlatılıyor. Fatih Sultan Mehmet döneminde fethedilen ve Karlofça Antlaşması'yla elden çıkan Mora'nın, 1715'te Sultan 3. Ahmet döneminde ikinci defa fethinin ele alındığı araştırmada büyüklüğü, disiplini ve görkemiyle merak uyandıran Osmanlı Devleti'nin 600 yıldan fazla ayakta kalmasının ve askerî başarılarının ardındaki esas dinamik olan sefer organizasyonu ele alınıyor. Osmanlı Devleti'nin, güçlü olduğu dönemde bile kendisine yapılan tacizleri önce ikaz ettiği, diplomasi yöntemini denediği ancak savaş kararı alındığında da en ince ayrıntısına kadar hesaplayarak başarıya ulaştığı görülüyor.

Doç. Dr. Ertaş, zaman ve mekân farkına rağmen Suriye'de, Mora Yarımadası'ndaki gelişmelerde benzerlikler bulmanın mümkün olduğunu söylüyor. Ertaş'a göre her ikisinin de önceden Osmanlı hâkimiyetinde olup sonradan elden çıkması, Moralı Rumların Katolik yönetiminden duydukları huzursuzluklardan dolayı İstanbul'daki patrik aracılığıyla Osmanlı Devleti'nden yardım istemesiyle Suriye halkının "Nusayri" Esed yönetiminin zulmünden kaçarak Türkiye'ye sığınması benzeşiyor. Mora'nın ikinci defa fethine sebep olan olaylar, Venediklilerle sürtüşme ve Rusya ile barış görüşmelerinin sürdürüldüğü döneme denk geliyor. Türk keşif uçağının Suriye tarafından düşürülmesi gibi, Mora seferinin açılmasının önemli bir sebebi de Venedik korsanlarının Akdeniz'de Müslüman tüccarlara ait gemileri vurmasıydı. Venedikliler Karadağ'da çıkan isyana destek olmasına rağmen Osmanlı Devleti, isyancıların devlete bağımlılığının arttırılmasına yönelik ılımlı bir siyaset takip etmişti. 1714 yılına kadar Karadağ'daki olaylara müsamahalı davranan Osmanlı, daha sonra Bosna Valisi Numan Paşa'yı görevlendirerek sert cezalandırma yöntemine girişti. Eşkıya elebaşları, Venedik kalelerine sığındı. Osmanlı, sulhu bozan taraf olmamak için Venedik'ten, diplomatik yolla bu eşkıyaları teslim etmesini istedi. Antlaşma şartlarına aykırı faaliyette bulunduğu gerekçesiyle bu durumun devamı halinde savaşın kaçınılmaz olacağını deklare etti. Önce 1713'te yılında elçiyle Venediklileri uyardı. Aynı yıl Kaptan-ı Derya Hoca Süleyman Paşa vasıtasıyla Venedik yönetimine mektup gönderilerek, sıkıntılar yazılı olarak anlatıldı. Bütün bu diplomatik girişimlere rağmen Venediklilerin antlaşma maddelerini ihlâl etmesi üzerine 7 Aralık 1714'te toplanan dîvanda savaş kararı alındı.

TÜRK DEVLET GELENEĞİNDE, KAN DÖKÜLMEMESİ İÇİN DİPLOMASİ GELENEĞİ BULUNUYOR

Türk devletlerinin savaştan önce, kan dökülmemesi için bu ve benzeri olaylarda önce diplomasi yöntemini kullandığını vurgulayan Ertaş, bunun rakip devletler tarafından zayıflık olarak algılanmasıyla değiştiğini ve Osmanlıların güç kullanımını devreye soktuğunu dile getirdi: "Lojistik hazırlıklar ve savaş planlamasına diplomatik süreçte de devam eden Osmanlı Devleti'nin, ordusunu her yönüyle savaşa hazır hale getirdiği anlaşılıyor. Mora seferi örneğinde Osmanlı sefer organizasyonunun ortaya konulduğu çalışmada silah ve teçhizatın hazırlanması, eyaletlere dağılmış askerî birliklerin toparlanması, sefer yolunun tesviyesi ve tamiri, köprülerin inşa edilmesi, menzillerin konaklamaya imkân verecek şekilde hazırlanması, yollarda pazarların kurulması, ulaşım vasıtalarının temin edilmesi, askerlerin ve sayıları yüz binlere ulaşan yük ve binek hayvanlarının beslenmesi, barındırılması ve savaş alanına karışıklığa yol açmadan, disiplin içinde taşınması gibi oldukça zor bir süreci nasıl yönettiğini görüyoruz. Osmanlıların yalnızca cesarete dayalı bir savaşçılık yerine, diplomasiden lojistiğe kadar savaşın bütün aşamalarının akıllıca planladığını gösterdiği gibi Türklerin, savaş meydanından zaferle çıkıp masabaşında kaybeden bir millet olmadığını, aksine hem diplomasi hem de harbi çok iyi yönettiğini gösteriyor."